Tefekkür



Tefekkür etmek (Her işte Allah’ı anmak)

            Sürekli çalışıyordum; öyle ki bazen gün doğumu gün batımı… Her sabah saat 07 de kalkar mutlaka sakal tıraşı olur –işim gereği, yatağımı düzelttikten sonra üstümü değiştirir ve sabah kahvaltısı için kafeteryaya giderdim. Bu günde aynısını yaptım; tamamen mekanik kurmalı saatimin çok şiddetli bir şekilde üst kısmında bulunan iki çanına minik tokmağın vurması ile çıkan duyulmaması imkânsız yüksek sesiyle uyandım. Kaldığım misafirhanede yan odadakiler dahi saatimin sesiyle uyandıklarını birkaç defa söylemişlerdi bana. Ancak bu gün bir fark vardı; içim içime sığmıyordu çok coşkulu ve mutluydum. Sanki yürürken yere basmıyor adeta uçuyordum. Neden mi? Çünkü bugün senelik izine çıkacaktım. Uzun zamandır annemden babamdan kardeşlerimden ayrı kalışım sona erecekti. Tam tamına 7 aydır görmediğim gözümde tüten öpülesi ellere kavuşmak için son saatlerim kalmıştı. Artık planlı izin zamanı gelmişti onlarca gün ve haftalarca çalışmalarım sonunda bu gün mesai bitimi artık memlekete gitmek için yola çıkacaktım. Birkaç gün önce valizimi hazırlamış memlekete götüreceklerimi yerleştirmiştim içine. Tabi ki valizde en çok yeri zaman içerisinde aldığım hediyeler kaplıyordu. Elim boş gidemezdim -hoş onların bunlara ihtiyaçları da yoktu- ama olsun bu bir âdet ve gelenektir memlekete eli boş gidilmez. Sakal tıraşımı olduktan sonra oda kapısının bulunduğu duvara paralel duran 60 cm. genişliğinde 2 mt. yüksekliğinde gri metal gardıroptan üniformamı askıdan alıp giyindim. Aynı askıya pijamalarımı asıp gardıroptaki boş yere yerleştirdim. Üniformam hep ütülüdür ve bir yedeği de mutlaka gardıropta aynı şekilde mevcuttur. Gardırobun alt kısmında duran boyalı botlarımı giyip yerine terliklerimi koydum. Odadan çıkmadan önce tıraş losyonunu kullanmayı da ihmal etmedim. Mutlaka ütülü ve temiz olacaktı üniformam, boyalı olacaktı botlarım ve biraz da güzel bir koku ile tamamlanacaktı çıkmadan önce kıyafetimin son şekli. Böyle öğrenmiştim çünkü babamdan.
Babam öyle yapardı; her sabah işe giderken hani derler ya -filinta gibi- çıkardı evden dışarıya. Tabi ki iş arkadaşlarıyla, patronuyla ve kiminle karşılaşacağı belli olmayacak bir mesai gününe başlayacaktı. Derdi ki “Oğlum kıyafet önemli önce insanın kendisine saygısı olmalı ki diğer insanlarda sana saygı duysun”. Öyle değil mi gerçekten düşünsenize ütüsüz hatta kirli giysilerle, saçı sakalı birbirine karışmış hatta ter kokan birine insan yaklaşmaz hatta konuşmak bile istemez.
            Saat 07:35 de odamdan çıktım doğruca kahvaltımı yapacağım kafeteryaya doğru. Hava o kadar güzel ki; gökyüzü masmavi, ne sıcak ne soğuk, çam ağaçları tüm kokularını birbirleriyle yarışırcasına havaya vermiş, kuşlar ise sanki bir koro oluşturmuş ve yönetenleri varmışçasına melodi oluşturuyorlardı. Çok hoş bir sabahtı. Kafeterya yolu biraz uzak olduğundan hızlı yürümem gerekiyordu çünkü geç kalamazdım mesaiye. Yollumun üzerindeki revirin önünden geçerken içerideki, odalarda yatan hastaları düşündüm. Kendi kendime “Ya Rabbi şuan bende hasta olabilir ve türlü türlü hastalıklara maruz kalmışlar gibi bende odaların birinde yatabilirdim o zaman benim halim ne olurdu… Gidemezdim izine sevdiklerimin yanına. Tüm kazanımlarım senin lütfündür.” dedim halime şükrederek yürümeye devam ettim.
            Kafeteryada peynirin yanında artık mevsimi olan salatalık ve domateslerden aldım. Domatesler nede kırmızı ve dolgundu, salatalıklar gibi onlarda çok güzel kokuyordu. Nasıl derler -cacık gibi- yani güzelliklerinin en üst zirvesi. İnsanı çeken bu çekiciliğin bu kendini beğendirme yarışının sebebi ne ola ki? Zannedersem görevleri gereği görevini bilen diğer nebatatlar gibi görevlerini yapıyorlar. Neyse kısa keseceğim; kahvaltıdan sonra kafeteryada çıkıp yoluma devam ettim ve zamanında iş yerine ulaştım. Gün boyu çok da farklı olmayan her zaman yaptığım işlerin aynısı olan işlerle uğraşıp mesaimi bitirdim.
            Akşam saat 18:00 gibi valizim yanımda olduğu halde önceden aldığım otobüs biletimle birlikte otobüs terminaline gittim. Saat 19:00 da otobüs hareket edecekti. Düşünüyorum da istediğin yöne gidecek otobüsün biletini önceden alıyorsun, seni başka otobüse almıyorlar çünkü orada senin bir yerin yok ve yanındaki valizin içerisinde yolculuk için önceden hazırladığın ihtiyaç duyacağın malzemeler var ve gerekli olanları, taşıyabileceklerini yanına alıyorsun, ayrıca otobüs de sadece bir valiz olmadı iki valiz kabul ediyor bir yolcu için. Ölümü düşündüm o ara. Oda bir yolculuk değimli mi? İki otobüs var biri cennete giden diğeri cehenneme. Sonunda otobüs hareket etti. Cam kenarında oturuyorum yanım şimdilik boş belki yoldan binecektir olmayan yolcu, bilmiyorum.
            Dışarıyı seyrediyorum. Evler artık bahçeli ve birbirinden uzak ve seyrek bir hal aldı. Şehrin dışına çıkmaya başladık ve şimdi bir mezarlığın yanından geçiyoruz. Mezarlara bakarken düşünüyorum da daha yaşına girmemiş olanlarla yüz küsur yaşında ölen insanlar var burada. Kendi kendime “Ya Rabbi ben de ölmüş olabilirdim, ibadet ve istiğfar hakkımı kaybetmiş olabilirdim. Ama şimdi hayattayım şükürler olsun”. Artık hiç ev kalmadı yol kenarlarında görünen sadece tarlalar ve dağlardan başka. Uzun bir süre de hiçbir şey görünmedi zaten göremezdim çünkü akşam olmuştu ve ben farkında olmadan dalıp gitmişim uykuya. Ancak yolculuk devam ediyordu biliyordum varmamız gereken yere gelmemiştik henüz. Çünkü gelince uyandırırlardı; iç ışıkları yakar ve sesli uyarırlardı.

            Güzergâhta bir mola verdik. Durduğumuz yerde elektrikler olmadığı için sularda akmıyordu. Neyse ki yanıma aldığım pet şişe su susamışlığıma biraz çare oldu.            Sabaha karşı yol kenarında tek tük evler görünmeye başladı dediğim anda bir gördüm ki şehrin hapishanesi. Yüksek duvarları, duvarların üzeri dikenli teller ve bolca nöbet kuleleri. Ne kötü bir yer. Kendi kendime “Ya Rabbi bu nefis insanlara neler yaptırmış. İçlerinde masumlar olsa da çoğu bir anlık çılgınca hareketleri yüzünden buraya gelmiş getirilmiş ve hürriyetleri elinden alınmış. Şükürler olsun hapis değilim, hasta değilim, ölü değilim. Bundan sonra sana kulluk etmekten başka bir şey düşünmeyeceğim”.
            Otobüs terminale girdi ve yolculuğum burada sona erdi. Valizimi alarak bunca zamandır özlem çektiklerimin – annemin babamın ve kardeşlerimin – yanına varmıştım şükürler olsun.

Bu kıssadan hisseden sonra
“Tefekkür, dinimizde günahları, kâinatı, varlıkları, doğayı, yaratıkları, kendini ve Allah'ı düşünmek, anmak ve O'nun yarattığı varlıklardan, kâinattaki eşsiz mükemmellikteki düzenden ders çıkarmak demektir.”

Dört kutsal kitap da bu hususta hemfikirdir ve uzlaşmaktadır. Şöyle ki;

Kuran-ı Kerim
            Bakara suresi 219.ayette mealen “…Allah sizin için âyetlerini işte böyle açıklıyor ki düşünesiniz.”

            Bakara suresi 266.ayette mealen “…Düşünesiniz diye Allah önünüze açık işaretler koyuyor.”

            Âl-i İmrân suresi 191.ayette mealen Onlar ayakta dururken, otururken, yatarken hep Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler...”
Zebur
            Mezmurlar Bölüm:1:2 “Ne mutlu o insana ki…. zevkini Rabbin Yasası’ndan alır ve gece gündüz onun üzerinde derin derin düşünür.”
Tevrat
            Eyüp Bölüm:37:14 “Dur da düşün Tanrı'nın şaşılası işlerini.”
İncil
            Luka Bölüm:22:19 “…Beni anmak için böyle yapın…”

Hiç yorum yok: